Etiketler

Türkiye’de en zahmetli işlerden biri galiba “mizah” yapmak oldu.

Bu kadar konu ve malzeme bolluğu içinde; dar alanda kısa paslaşmalar sürdürüyorlar artık çünkü.

Zekalarına hayran olduğum mizahçılar sıradanlaşmaya başladı, göze batmamak için kara kara düşünür hale geldi.

Politikacılar hakkında mizah yapılmaz, cıssss…

Doktor, öğretmen, polis, asker ve benzeri tüm meslekler, cıssss…

Mizahı geçtim, ciddi ciddi yazmak konuşmak bile korkutucu artık.

Eskiden kitap toplatılırmış; şimdi ise “yazar” toplatılıyor ya da en iyi ihtimalle “kibarca” kovuluyor.

Bakıyorum da bir gazete “yasaklı kitaplar” dağıtıyor bugünlerde, düşünüyorum acaba ilerde bir gün “yasaklı yazarlar” bibloları dağıtılır mı diye…

İleri demokrasi tanımı içinde mizaha ve eleştiriye yer yok nedense; karşılığı ya hapis, ya kapatma, ya da para cezası olarak geri dönüyor.

Ya biz çok saftık eskiden, ya da kimsenin tahammülü bu kadar az değildi galiba.

Yoksa Zeki ve Metin ikilisinin muhteşem “Yasaklar” kabaresi; Akbulut fıkraları kitabı; Levent Kırca’nın örtülü ödenek ve jet ski parodileri; “Çoban Sülü, Netekim Paşa, koy bir kaset de havamızı bulalım Semra Hanım”lı taklitler ne bizi ne de mevzu bahis kişileri rahatsız etmek yerine böylesine güldürür müydü yıllardır?

Şener Şen, Kemal Sunal her mesleğe bürünüp; her kılığa girip de inceden inceye bu kadar güzel dokundurabilir miydi?

Ne yazık ki her geçen gün daha fazla yitiriyoruz mizah duygumuzu.

Gülmekten, güldürmekten çekinir hale geliyoruz gittikçe.

Takım elbiselerimiz, mühim toplantılarımız, yetişmesi gereken işlerimiz arasında mutsuz, gergin suratlarla dolaşıyoruz.

Gri duvarlar, siyah masalar, ciddi yüzler kaplıyor dört bir yanımızı.

Mizah denince zeka yoksunu, küfür dolu tiplemeler, filmler akla geliyor; incelikle hiciv yapmak, yerini hakarete bırakıyor.

Egolarımız şiştikçe, ruhlarımız sıkıntıya mahkum kalıyor.

Ne kendimizle, ne de hayatla dalga geçemiyoruz gönlümüzce.

Dünyanın en sakar, en patavatsız insanlarından biri olarak şapşallıklarımı anlattığımda bile dinleyenler önce bir gülümsüyor, sonra da “kendine haksızlık etme, böyle ulu orta herkese anlatıp da niye güldürüyorsun kendine?” diye “dostça” uyarılarda bulunuyor bana.

Şaşırıyorum…

Çünkü hayata, en başta da kendine gülemeyen bir insan “yoksuldur” bence; sırça köşkünde, çelik kapılar ardında sıkılmaya mahkumdur.

Üzülürüm “onlar” için ve ne zaman çıksalar karşıma, daha da çok gülmek isterim inadına…

İsterim ki denizde ve yaşamda “dalgayı” sevmeyenler, “bir zahmet” çekiliversin kenara; gülelim doya doya; besleyelim ruhumuzu “mizah”la…

Göreceksiniz, çok daha yaşanılır olacak o zaman dünya…

2 Mart 2011