“Türkiye gibi riski az, kazancı yüksek ülke zor bulursunuz.”
Ben demiyorum bunu.
Cumhurbaşkanımız ABD’de Yatırım Ajansı’nın “Türkiye’de yatırımı olanlar, yatırıma yakın duranlar” kriterine göre belirlediği 20 şirketin üst düzey yöneticileri ile yaptığı toplantıda söylemiş.
“Aranızda Türkiye’yi hiç görmeyenler var. Ülkemizi 30-40 yıl öncesinden kafalara yerleşmiş imajla değerlendirenler var. Şunu bilin ki, Türkiye çok büyük değişim geçirdi ve bu süreç kesintisiz sürüyor” diye eklemiş.
Doğrudur…
Bu “süreç” kesintisiz sürüyor.
Geçen yıllar içinde Türkiye çok büyük bir değişim geçirdi, hoşgörüden ve hatta insanlıktan hızla uzaklaştı.
Ve bizler şehir Vandallarına “van münit” diyecek birileri var mı merak ediyoruz.
Sanmayın ki sergi baskınından bahsediyorum.
Okuldan iş yaşamına, sağlıktan trafiğe her konuda ve durumda bizi “meydan” dayağı yemekten beter eden Vandallar, benim korkum.
Örneğin kapılarımız gibi yüreklerimiz de çelikten artık.
Korkumuzdan herkese kapattık evlerimizi de ruhlarımızı da; yetmedi alarm sistemleri, kameralar kurduk.
Çünkü kimseye güvenmiyoruz.
Geceleri tek başımıza huzur içinde sokağa çıkamıyoruz.
Ne batıda ne de doğuda toplu taşım araçlarını kullanamıyoruz.
Ehliyetsiz, şuursuz çılgın bir sürücü nasıl bir katliama yol açar diye korkuyoruz.
Ya da hangi vicdansız altımıza bomba yerleştirmiştir, çoluk çocuk bin parçaya ayrılır mıyız, ölür müyüz, sakat mı kalırız yoksa bir yanımız, yüreğimizin bir parçası mı imha edilir o “parça tesirli” bombalarla bilemiyoruz.
Uyuşturucu tehlikesinden, sapıklardan, ruh hastalarından kendimizi, daha da önemlisi çoluk çocuğumuzu nasıl koruyacağız diye düşünüyoruz.
Çocukluktan yetişkinliğe dek maruz kaldığımız sınav sistemlerimiz içinde binlerce insanı zengin ederken; kendi fakirliğimiz umutsuzluğumuz içinde boğuluyoruz.
İş istiyor bulamıyoruz, iş yapıyor paramızı alamıyoruz.
Eş dost sohbetlerinde özgürce tartışmak istersek; değil telefonlarımızı kapatmak, pillerimizi bile çıkarıyoruz dinlenmeyelim, fişlenmeyelim diye.
Düşünmeye, düşündüğümüzü söylemeye bile korkuyoruz “bertaraf” edilmemek için, apansız ve de süresiz.
Dışarıda yemek yemeyi geçtim, artık çeşmemizden akan suyu bile içemiyoruz.
Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemde balığı dışarıdan getirtiyor, deniz yerine havuzlara koşuyoruz daha temizdir umuduyla.
Küresel ısınmadan muzdarip, yurtdışından ithal angus getiriyoruz.
Bu arada çevremizde hızla artan “kıro”sal ısınmaya karşı elimiz kolumuz bağlı oturuyoruz.
Ve kendini Yaradan’ın her varlığından üstün gören “angut”lar zehirleyecek diye evcil hayvan beslemeye dahi çekiniyoruz.
Yahu, sevmeye bile korkuyoruz, ne kendimize ne de karşımızdakine güvenmediğimizden…
Sahi geçen yıllar içinde riskimiz mi azdı, yoksa kazancımız mı bilemedim ben…
Ve davet ettiğimiz dünyaya “kapımız” açık mı gerçekten?
24 Eylül 2010