Dürüstçe kabul etmek gerek, içimizde dedikodu sevmeyen yoktur.

Ama biz kimsenin yüzüne kötü bir şey söylemeyiz, kırmamak için tabii… O nedenle genelde gıyabında, halk arasındaki tabirle arkasından konuşmayı tercih ederiz!

Böylece hem rahatlıkla içimizi döküyor, hem de kimseyi üzmüyoruz.

İçinizde ömrü hayatında bir kere bile dedikodu yapmamış biri var mıdır? Çünkü dedikodu müthiş cazip, tatlı bir şeydir.

Bayılırız birilerini çekiştirmeye, hele de karşımızda buna ilgili, bizi dinleyen biri varsa.

Hani “el alem ne der?” tabiri var ya, işte o el alem biziz aslında.

Kimi bunu zaten meslek edinmiştir, sanırsınız elinde çekirdeği ile her daim camda bekler; ne olup bitiyor öğrenip anında hakkında yorum yapmak için.

Ama en karşı olanı, ya da karşı olduğunu söyleyeni, bile bir anda kendini içinde bulur, “bak ben dedikoduyu sevmem, zaten bunları yüzüne de söylerim gerekirse” diye başladılar mı konuşmaya sonu gelmez.

Konu zaten diplomatlarsa eğer, adamın işi bu.

Gittiği ülkede ne olup bitiyor öğrenip gerekli yerlere bildirmek. Bir çeşit “topla”mat; topla gönder, topla gönder…

Öyle olmasaydı sadece resmi toplantılar, görüşmeler yaparlardı.

Niye sosyal faaliyetler, resepsiyonlar düzenliyorlar? Çünkü insanlar sosyal ortamlarda kravatları ile birlikte zihinlerini, kimliklerini de gevşetirler, rahatlarlar.

Şunu da kabul etmek gerek ki biz Türkler konuşmayı pek severiz. Haliyle Türkiye ile ilgili bilgi ve belgenin daha çok olması şaşırtıcı değil.

En sık kullandığımız cümleler “Aramızda kalsın ama… Benden duyduğunu söyleme ama…” şeklinde başlamaz mı?

Çok sevdiğim gazeteci ve diplomat dostlarım var.

Ama şu lafın doğruluğunu da hiç inkar etmem: “Diplomatlar, gazeteciler ve kadınlar yengeçler gibiymiş; geldiklerini zannederken giderler, gittiklerini zannederken gelirler”

Yani ne yana yürüdüklerini kestirmek zordur; temkinli olmak gerekir. E bu da bizim ruhumuza külliyen aykırı bir şey.

Dost sohbetinde sandığım gazeteci arkadaşıma anlattığım bir anımın, ertesi gün onun köşesinde hem de ismimle yayınlanması nedeniyle işinden olmuş biriyim ben, tecrübeyle sabittir yani. Üstelik konu işimle bile ilgili değildi, tamamen geyikti.

Neticede diplomatların jurnalcilik yapması beni hiç şaşırtmadı.

Hele de söz konusu ABD gibi mahalledeki her şeyden haberdar olmak isteyen bir Ağabey olunca; boşuna Big Brother denmiyor kendilerine.

Benim için yeni olan, dedikodunun bu kez belgelerle yapılması…

Wiki Kodlarına göre sınıflandırıp neler demişler okuyorum.

Arkadaşlarım sürekli mail gönderiyor: 04ANKARA348’i okudun mu? 09ISTANBUL440’ı gördün mü? 10STATE6451 hakkında ne düşünüyorsun?” şeklinde.

Sanki sıradan vatandaş görünümlü James Bond’um ben, hani Doğan görünümlü Şahin misali…

Ne bileyim kardeşim? Bir elimde kağıt kalem, bir elimde hesap makinesi kodları çözmeye uğraşıyorum.

Hepi topu bir aykü’lük kafam hepten karışıyor.

Wiki Kodu’nu anlamaya çalışmaktan dedikodunun içeriğini kaçırıyorum.

Yanar yanar ona yanarım….

1 Aralık 2010