Ben çocukken bizim evimizde, babanemin ananemin evinde yüklük vardı.

Ağır yorganlar, battaniyeler, kışlıklar orada saklanırdı.

Adı üstünde “ağır”dı yükü…

Günlerdir, belki de çok uzun zamandır kafamda sürekli bu kelime dolanıyor nedense.

Nedir acaba bu ülkenin “yüklük” kapasitesi?

Ne kadar daha ezilebiliriz altında?

Ne kadar daha utanabiliriz sağ ve sağlıklı olduğumuz için?

Uyuyacak sıcak bir yatağımız, başımızı sokacak bir evimiz var diye?

Ne kadar suçluluk duyabiliriz gülümseyebilmekten?

Tam gülerken, dudağımızın kenarına, gözümüzün bebeğine yapışan hüzünden?

Vicdan azabı çekmeden sofra hazırlamaktan?

Yıkanmaktan, su içmekten ya da dostlarla edilen havadan sudan sohbetten?

Sevdiğimize, çocuğumuza sarılmaktan?

İstediğimiz bir şeyi almaktan?

Gerçekleşse de gerçekleşmese de hayal kurmaktan?

Güzel bir film izlemekten, kitap okumaktan?

İşleri yetiştirme, trafikten kurtulma, vaktinde gideceğimiz yere varma gibi konuları çok büyük mesele haline getirmekten?

Tatil planı yapmaktan?

Aşık olmaktan veya ayrılık acısı çekmekten?

Ergenlik problemleri, yaşlıların tatlı huysuzluklarıyla uğraşmaktan?

Utanmadan, sıkılmadan sıradan bir insan ömründeki sıradan dertleri, sevinçleri yaşamayamayacak mıyız biz?

Ne kadar daha ezilecek aklımız, ruhumuz üstümüze atılan bu yükler altında?

Daha ne kadar taşıyabileceğiz?

Evlerde artık kalmayan o yüklükler tüm ağırlığı ile iyi insanların vicdanlarında bugün…

Keşke hala ağırlığı yapan yorgan olsaydı, bunca yürek ağırlığı yerine…

Reklam