Kimse kusura bakmasın ama ben bu yeni yıl konusuna pek de “kedi yavrusu görmüş insan evladı sempatikliği” ile yaklaşamıyorum.

Hele ünlü ve önemli kimselerin bir örnek yeni yıl dilekleri yok mu?

“Ülkemiz ve tüm dünya için sevgi, barış, dostluk, aşk dolu bir yıl diliyorum; yeni yılınız kutlu ve mutlu olsun”

E geçen yıl da aynı şeyleri dilediler, niye olmadı peki?

Yani bir gece yatıp ertesi güne yepyeni biri, bir dünya olarak mı uyanacağız?

Bütün kabahat geçen yılda mı?

Daha 365 gün önce gelen yıla da aynı coşkuyu gösterip de şimdi giderken “eh be 2010, ne umduk ne bulduk” diye kuyruğuna teneke bağlayıp göndermek fena halde nankörlük gibi geliyor bana.

Sen yattığın yerde sadece hayal kurup da bir şeyleri değiştirmek için çabalamadıysan, uma uma muma döndüysen 2010 ne yapsın sana?

Neyse, insanoğlu hayal ettiği sürece yaşar, kimsenin hevesini kırmayayım.

Neticede ben de kendim ve sevdiklerim için her zaman daha güzel günler, daha güzel yıllar diliyorum.

Ama bu yılbaşı da her sene olduğu gibi “”çok eğlenelim, çok, içelim, hoplayalım, zıplayalım” diye alemlere akanlara üzülüyorum.

Adı yılbaşı kutlaması diye normalde 30 liraya yiyeceğin bir yemek için 300 lira verip de 3 liralık tat dahi alamayan yurdum insanını hiç anlayamıyorum.

Ayrıca biliyorsunuz yılbaşında kırmızı don giymek uğur getirir diye bir inanış yerleşti ve herkes eşe dosta kırmızı don hediye etmeye başladı.

İşte ben de ertesi gün altında kırmızı don, suratında fazla içmiş olmanın verdiği yeşillikle, kelek karpuz gibi yeni yıl sabahına uyanıp “bitsin bu gün, geçsin bu baş ağrısı” diye söylenenlerin yıl“baş”ağrısı sendromuna çok gülüyorum.

Hani nerde o eski bayramlar diyenler gibi, çocukluğumun yılbaşı akşamlarını özlemiyor da değilim.

PTT yani pijama terlik televizyon etkinliğinin zirve yaptığı günleri…

Neden özellikle o akşam kapkara etli, tadı da kendi gibi tuhaf hindinin yenmesi gerektiğini bir türlü anlayamadığımız yılbaşı yemeklerini…

Çoluk çocuk toplandığımız, tombala oynamak için sabırsızlandığımız, birinci çinko diye bağıranla mutlaka kavga çıkardığımız ve sonunda “hadi alın çocuklarınızı da gidin artık” diye annemlere kızan Dedemin evini…

Gece 12’de TRT’de çıkacak dansözü rahat izlemek için bizi erkenden uyutan babalarımıza uyumuş numarası yapıp da çaktırmadan dansöz görme çabamızı…

Ellerinde piyango bileti, çekiliş sonucu bekleyen ailelerimizin kurduğu zenginlik hayallerini… Ve sabah uyanıp da yine zengin olamadığımızı öğrenince çocukluğumuzun ilk hayal kırıklığı ile tanışmamızı…

Yeni bir yılda eskiyi özlemek tuhaf biliyorum ama artık yaşlanıyorum galiba ve özlüyorum işte.

Gün geçtikçe bireyselleşen, yalnızlaşan yaşamlarımızın tersine; acıda ve sevinçte mutlaka kurulan büyük aile sofralarını…

Şimdiki çocuklar gibi her şey sonsuz ve zamansız bir şekilde önümüze serilmediği için özel günleri, kutlamaları hatta sebze ve meyveleri bile büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla beklememizi…

Dünyanın, kalplerimizin, ruhlarımızın bu kadar yorgun olmadığı günleri…

Yeni yıla, geleceğe dair umutlarımızı tüketmediğimiz “çocukluk” halimizi…

Sevmeyi, inanmayı, güvenmeyi henüz kaybetmediğimiz, “saflığımızı”

Elimde değil; geleceği göremediğimiz bu fırtınalı günlerimizde, geçmişin dingin limanlarını özlüyorum…

29 Aralık 2010