Sevgili Oğlum,

Öylesine bir sıcak var ki, hava değil sıcak olan, ülkemiz…

Hep beraber kavruluyoruz, bir ateşin içinde.

Küresel ve “kıro”sal ısınma kapladı dört bir yanımızı.

Huzursuzuz… Terliyoruz…

Ateşten ve çaresiz kapana kısılmaktan yorgunuz…

Biliyor musun?

Bugün, bütün bir gün eski resimlere bakarak ruhumu serinlettim ben.

20-25 yıl önceki zamanları, çocukluğumu, ergenliğimi, lise yıllarımı yad ettim özlemle ve gülümseyerek…

Canım bebeğim, sen bakma benim “ah lise yılları, hayatımın en şahane en güzel zamanlarıydı” laflarıma…

Belki de hiç o kadar keyifli olmadı aslında.

Öyle bir dönemdi ki o, ne yetişkin olabildik ne de çocuk…

Arada bir yerde kendimizi ispatlamaya çalıştık ölesiye.

Gizli gizli sigara içmeyi asilik, içki içmeyi delikanlılık zannederdik.

70’li yılların “sevişiyoruz” tabirine de; 80’lerin “konuştuğum çocuk” lafına da karşı çıktığımız; batı filmleri kökenli “çıktığımız çocuk” sözünün egemen olduğu günlerdi o zamanlar.

Teneffüslerde, kaçamak bakıştığımız çocuk bize “çıkma” teklif etsin diye beklerdik; sanki çıkacak bir yer varmış gibi…

İnsanlardan hiç kazık yemediğimiz için en büyük kazığı “hoşlandığımız” çocuk; başkasıyla “çıkınca” yediğimizi düşünürdük.

Şişmanlığı, sivilceleri, gözlüğü “güzellik” engeli sayardık; zayıf ruhlarla, iltihaplı kişiliklerle, görmesini bilmeyenlerle henüz tanışmadığımızdan.

Anamızdan, babamızdan utandık her şeyi bildiğimizi sandığımız için ve ancak bir gün yetişkin olunca anladık aslında hiçbir şey bilmediğimizi.

Kopya vermedi diye küstüğümüz dostlarımızı andık; en zor günlerimizde omuz vermediğine şaşırdığımız “sözde” dostlarımızı tanıyana dek…

O sadeliği, o yalınlığı özledik karanlık günlerimizde, gecelerimizde.

Kazağımızı kotumuzun içine soktuğumuz gibi benliğimizi yorgun yüreklerimizin içine sokmayı; düşük omuzlarımızı “vatka”larla dikleştirmeyi hayal ettik beyhude yere…

Biz basit yaşadık gün yüzlüm…

Bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde ne dünya ne de bizler bu kadar karmaşıktık…

Kimin nereden geldiği, hangi dine inandığı, hangi dili konuştuğu sıradan detaylardı bizim için. Aksine, yeni olan herkes, her şey heyecan verici sıra dışıydı.

Ben Diyarbakır’ı da Bodrum’u da, Almanya’yı da Amerika’yı da; Kürdü de Lazı da lise sıralarında tanıdığım dostlarımla keşfettim, sevdim.

Ve o günlerde inandım, gerçekten de “sınır” tanımayan sıcaklığa…

Ondandır belki de benim en can dostlarımı hala lise sıralarında bulmam…

Ve ondandır belki insanlığa olan inancımı hala kaybetmemem…

Bilmiyorum seni nasıl bir dünya bekliyor oğlum, ama inan çok isterdim annen baban gibi “basit” bir çocukluğun olmasını; gençliğin “zenginliğinde” özgürce yüzmeni…

Ve yürekten dilerim, ülkemizi kavuran bu sıcak günlerde “geleceğini” kaplayan kasırgayı; “geçmişinin” dingin limanlarına sığınarak yenmeni…

Annen
Ekim 2010