Etiketler

Herkes araba mevzusunu tartışıyor.

Gerçi Başbakanımız “arabaya ben bineyim, faytona seeeeeeeen…” diye özetledi bütün meseleyi ya, neyse artık.

Ahmet Hakan konuya başka bir açıdan bakmış bugün. “Kişisel araba öyküleri hep erkeklerden geldi, ya kadınlar arabalardan söz etmeyi sevmiyor ya da kişisel araba tarihleri o kadar eski değil” demiş.

Yazıyı okuyunca ben de kişisel tarihime baktım da, kendi geçmişimi ve gelişimimi hiçbir zaman arabalarla özdeşleştirmemişim.

Hatta hayatımda öyle derin iz bırakan ve unutamayacağım tek araba, ilk defa Ankara şehir trafiğine çıktığım Renault Spring arabamdı.

O da ilk araba coşkusundan değil; onunla trafik polisinin duran arabasına arkadan çarpmış olmamdandır.

Neyse ki anlayışlı bir adamcağızdı da ben elim ayağıma dolaşmış bir haldeyken sadece gülmüş ve “hanımefendi bana çarpmasaydınız bari” demişti. Bu sayede araba kullanma konusundaki “cesaretim ve özgüvenim” hiç kırılmadı.

Gerçi üzerinden neredeyse 15 yıl geçmiş olmasına rağmen “canım” arkadaşlarım hala güler ilk kazamda “trafik polisine” çarpmama.

Yani araba hiçbir zaman hayatımın en önemli amacı olmadı.

Nitekim şimdi de Sevgili Beyim iki kapılı, üstü açılır spor arabasıyla gezerken, bendeniz bir adet transporter minibüs kullanmaktayım.

Özetle kendime ve yakın çevreme baktığımda söyleyebilirim ki, bana kalırsa birinci seçenek geçerlidir.

Zaten “kadın kısmı kötü araba kullanıyor” tabiriyle her gün yüz yüze kalıyoruz malumunuz;  hani sanki hasbelkader ehliyet almışız da bir yerden bir yere gitmeye çalışan garibanlarız ve arabalarla aramızda “ten uyuşmazlığı” var.

İşin bu tarafını bir kenara bırakalım ama galiba biz kadınlar erkekler kadar büyük bir “aşk” yaşamıyoruz arabamızla.

Erkekler için arabaları duyguları ve karakterleri olan varlıklar.

Kendileriyle bütünleştirirler, hassas davranırlar, dinlerler.

Misal Sevgili Beyim, aynı anda hem ben hem de cüce konuşsa ve müzik açık olsa dahi arabasından gelen “farklı” bir sesi anında duyar. Bizi susturur ve dikkatle dinler.

Ki gazete okurken bile benim konuştuklarımı ya da oğlanın çığlıklarını duymayacak kadar “içeriden” kulaklarını kapatabilecek yeteneğe sahip olduğunu bilirim

“Bendeki değişiklik ne söyle bakalım” soruma kendini garantiye almak için her seferinde “Saçını mı boyattın?” diye cevap verir (4 yıldır saçıma boyanın damlası bile değmedi bu arada) ama arabasındaki en ufak bir çiziği 3 km öteden görür.

Yani erkekler için araba dosttur, sevgilidir, prestij göstergesidir, kendi tabirleriyle “kartvizitleri”dir.

Sanırlar ki “araba güzelse” kız tavlamak bile kolaydır.

Çünkü aslında biz kızlarla aynı masalları dinleyerek büyürler ama bakış açıları farklıdır.

Bizim için balkabağının atlı arabaya dönüşmesi masalın küçük bir detayı iken, onlar için hikayenin aslını oluşturur.

“Prensesleri” kurtarmaya yürüyerek gidilmez, terkisine oturtulacak bir beyaz at şarttır.

Ya da belki bir kartal, bir yunus, bir aslan… Hiç olmadı hızlı, güçlü, alevler saçan bir ejderhanın tepesine binerler.

Şimdiki masallar nasıl bilmiyorum ama bizim zamanımızda dere tepe yürüyen bir tek Keloğlan’dı, onu da en çok anacığı severdi zaten.

Özetle “kadınlar bu masallarla büyüdüğü için hep prens hayali kuruyor” diye kızan erkek milleti; büyüyünce “beyaz at” peşinde koşmaktadır.

Sonucun tek farkı şudur ki: bizim için esas olan “atın üzerindeki prens” iken; onlar için asıl mesele “atın kendisidir”.

18 Ekim 2011