Sevgili Oğlum,

Sana yengeçlerle ilgili bir hikaye anlatmıştım bebekken.

Biliyor musun balıkçı her tuttuğu yengeci aynı sepete atar ve dönüp de bir kez daha bakmazmış.

Neden dersen; çünkü o sepetin içinde hangi yengeç sepetten çıkmaya çalışırsa diğer yengeç ona asılır ve sepetten çıkartmazmış.

Bu yüzden de balıkçının ikide bir arkasına dönüp yengeç sepetini kontrol etmesine gerek kalmazmış.

Ve bir gün en son yengeç, kardeşine saldırırmış.

Yan yana mücadele ettiği, hayatta kalmak için birlikte kavgaya girdiği, arkadaşını beraber öldürdüğü “kardeşe” gelirmiş sonunda sıra.

Yani yengeçler toplanıp da bir sepete konduğunda esas savaş başlıyor bebeğim.

Bu doğaya ve düşmana karşı bir savaş değil; kendisini tutsak edene karşı bir savaş da değil.

Bu yaşama karşı bir savaş, ama aynı zamanda kendi türüne karşı da…

Kardeşin kardeşe düşmanlığını, kan ve gözyaşı arttıkça kuytu köşelerde avuçlarını kaşıyanları gördükçe, bu hikaye yankılanıyor beynimde.

Her yer çok sıcak, ama ruhlarımız ve vicdanlarımız üşüyor, hatta titriyor.

Felaket üstüne felaket, yıkım üstüne yıkım yaşayan ülkemizde nasıl da düşmanca, insafsızca sözler sarf edilebildiğini görmek kanımı donduruyor.

Daha dün “7,4 yetmedi mi?” diyenler gibi; bugün “oh olsun” ya da “ne olacak canım?” diyenler de çok korkutuyor beni.

Savaşın en kötüsünü yaşıyoruz aslında.

Çünkü artık, vicdanımızla savaşıyoruz.

Çünkü beceriksiz inşaat ustaları gibi örmüşüz “insanlık” duvarlarımızı.

Kaçakçı müteahhitler gibi çalmışız “yürek” malzememizden.

Ve gün geldi ruhlarımız, vicdanlarımız, bu “enkazın” altında yardım istemeye başladı, “sesimi duyan var mı” diye.

Ah gün yüzlüm, ne kadar üzgünüm bir bilsen.

Hiç yere yitip giden canlara mı yanayım, yoksa nerede olduğunu bilmediğimiz insanlığımıza mı bilemedim.

Bu sıcakta, içim üşüyor, benliğim buz kesiyor.

Sadece “el insaf” dökülüyor dudaklarımdan.

“Derlerdi ki, yiğitlik yerini kara bulutlara bırakıyor ve kara bulutlar bir gece yarısında ansızın kentlerin üstüne çöküyorsa… Kentlerde yaşama ve yaşlanma vakti bitti artık demektir, gülüm…”

Gerçekten kentlerin, köylerin yiğit yürekleri kara bulutlara mı bıraktı yerlerini?

Bildiğimiz, inandığımız, güvendiğimiz, gönül verdiğimiz delikanlılar, sağlam yürekler kovacak mı bu kara bulutları?

Yoksa sahiden vakit artık göçme vakti midir, onu düşünüyorum.

Yine şiire, denizlere sığmayan bir şaire sığınıyorum ümitsizce:

Hani kuşlar yuva yapar göz bebeklerinde,
Bir ansız haykırış olur içinde ağlayamayışın.
Hani “yarın olsun, hele bir yarın olsun” dersin de
Yarın olur, dün geceyi bilerek unutursun.
Üstelik bir yengeç sepeti olmuşsa yaşamak,
Kendi geçmişinde başka gelecekler bulursun…

Çaresizim, acizim…

Ve sadece dua ediyorum; nerede, kim olursan ol, “insanlığını” sakın yitirme, yengeç sepetinde tutsak kalma diye…

Annen

2011