Kumrala kaçan sarı saçları var…
Ve cin gibi bakan gözleri…
Munzur bir gülümsemesi, belli ki biraz haşarı ama bir şekilde kendini sevdiren zeki bir kız çocuğu.
İki yaşında da bir erkek kardeşi varmış.
Tahminim az kıskanmamıştır onu, belki de abla olduğu için ölesiye mutlu olmuştur o doğduğunda, bilemem.
Ailesiyle birlikte fotoğrafını gördüm.
Güvenli, mutlu, sevgi dolu bir çocuk gibi sarılmış ailesine ve oyuncağına.
Çocuklardaki bu duyguyu bilirim.
Baba dünyanın en güçlüsüdür, anne en güzeli.
Hiçbir şey gelmeyeceğini düşünürler başlarına, çünkü her ne olursa olsun annesi ve babası korur onları, hissederler.
Bunu bilen çocuk mutlu bakar dünyaya ve objektiflere.
Ve siz, hiç tanımasanız da anlarsınız bu duyguyu.
Emine de öyle işte…
Öyle bir bakışı var ki, sanırsınız kimse yıkamaz onu.
Ama yıktı…
Üstelik deprem değil, meteor değil, kıyamet değil, sadece yağmur…
Hem de “sözde” turizmin başkenti, ultra lüks tatil köyleriyle adından söz ettiren, modern, gelişmiş memleketim Antalya’da…
Henüz 3,5 yaşındaki Emine Irmak, soyadı gibi sulara kapıldı, Melek oldu…
Fotoğrafına baktıkça düşünüyorum.
Büyüyünce ne olmak isterdi acaba?
Birine aşık olur muydu?
Olursa nasıl birine?
Nerede yaşardı?
Ve ne hissetti, en çok güvendiklerinin yanında, “koskoca” bir şehirde sel sularına kapıldığında?
Nasıl korktu?
Nasıl çırpındı?
Ne çok ağladı?
Yoksa ağlayacak, panikleyecek kadar vakti dahi olmadı mı?
Yeterince büyük olsa haykırır mıydı “lanet olsun size de medeniyetinize de” diye?
Ve biz hala nasıl eğmiyoruz başımızı önümüze?
Affet bizi küçüğüm…
Sana yaşama şansı veremeyecek kadar aciz olduğumuz için…
Yüksek binaları, 5 yıldızlı tatil köylerini medeniyet sandığımız için…
Ve seni daha 3,5 yaşında, yağmura kurban ettiğimiz, ailenden kopardığımız için…
Bir kaşık suda seni boğacak medeniyetlerimizi bir halt zannedip de övündüğümüz için…
Çok değil, en fazla 3,5 gün sonra, senin 3,5 yıllık ömrünün neden sona erdiğini unutacağımız için…
Tanrı affetmeyecek ama sen affet Emine…
Çok üzgünüm çokk…