Pek sevdiğim, sohbetlerinden ve arkadaşlıklarından çok keyif aldığım İzmirlilerin “demokratik” tepkileri ve Sezen Aksu sokağı tartışmaları güldürdü beni.

Tamam kabul, kızalım, mücadele edelim, çatır çatır tartışalım ama “tabelanı da al git” dediğimizde eleştirdiğimiz yaklaşımlardan ne farkımız kalıyor merak ediyorum.

Ya da Fazıl Say’ a gösterilen “aşırı” tepkilere olan kızgınlığımızı ne çabuk unuttuk?

Sanatçı dediğin bizdense iyidir, değilse kötüdür yani öyle mi?

Bu topraklarda bir sürü kişinin ezbere bildiği ve karşılıklı kadeh tokuştururken ilk aklına gelen muhteşem şarkılara imza atması ya da yurt dışındaki senfoni orkestralarına eşlik edip de ayakta alkışlanması hiçbir değer ifade etmez bizim için.

Bana göre en kötü, en tehlikeli noktaya gittiğimizin göstergesidir bu.

Taraf isen de bitaraf isen de bertaraf’sın demektir.

Aşırı hızla yol aldığımız sokağın bir gün çıkmaz olduğunu görüp de duvara toslayacağımızın işaretidir.

Bütün bunları okuyunca yine “saf”lara ayrıldığımız 2007’deki Türkiye Malezya mı olur tartışmaları ve o zaman yazdığım bir yazı geldi aklıma.

Gazeteler, gazete ekleri, aylık ya da haftalık dergiler, her yerde bu konu tartışılmış, uzmanların görüşü alınmıştı hatırlarsanız.

Öylesine içim karardı ki, bari iş ilanlarına bakayım, bir tek orada tartışmıyorlardır nasıl olsa demiş ve bu sayede “Malezya’yı bilmem ama Türkiye rahatlıkla “Melez”ya olabilir” diye bir yazı yazmıştım.

Zira ilanların yarısı İngilizce, bir kısmı da Almancaydı. İçlerinde Rusça ya da Çince bile vardı. Arada bir iki Türkçe ilan görmüştüm ama açıkcası o kadar yabancı dilin arasında gözüm onları da Japonca gibi algılamıştı.

Sanki Türk gazetesi değil de Financial Times okuyordum. Hala da öyle…

Artık bir dil bile yetmiyor haberiniz olsun, bu ülkede dil bilmiyorsanız sadece “Milletvekili” olarak iş bulabilirsiniz.

Hadi uluslararası alanda iş yapıyorsunuz, küreselleşme karşısında rekabet etmeniz gerekiyor hak verir, anlayışla karşılarım. Ama kardeşim, çaycı ilanını bile İngilizce verip de “office boy” aramak ne oluyor, işte onu anlayabilmiş değilim.

İngilizce bilmiyorsanız, çok paranız olsa dahi 5 yıldızlı bir otelde ya da cafe’de huzur içinde yemek ısmarlayamazsınız. Waiter’ı yani garsonu çağırıp tercüme ettirmeniz gerek menüyü.

Neyse ki kimi restaurantlar insaflı, telafuz edemeyeceğinizi düşünüp acımışlar, yemeklerin yanına numara koymuşlar.

“Ben başlangıç olarak bir 202, ana yemek olarak 501, tatlı olarak da 740 alayım” deyip kurtuluyorsunuz.

Yanınızda etkilemek istediğiniz biri varsa, “vallahi buranın 570’inin üstüne yoktur, parmaklarını yersin” diye belirtebilirsiniz ki, sık geldiğinizi anlasınlar.

Bu arada sadece dil bilmek de maharet değil artık. “Birşey kökenli” olduğunuzu mutlaka iki lafın arasına sıkıştırmanız gerek prim yapmanız, yani Türkçe meali itibar kazanmanız için.

Örneğin ne kadar güzel ya da becerikli olduğunu ifade etmek isteyen kız arkadaşlarım, “şekerim Ankara’da doğdum büyüdüm ama aslen Çerkez kökenliyim” derler. Yani gördüğünüz vekaleten bir Türk’tür, ayağınızı ona göre denk alın.

Ya da ben kızgınlığımın çok tehlikeli olduğunu anlasınlar diye odunluk yapar, kayın kökenlerimin Arnavut olduğumu vurgularım ara sıra. Sanki memleketim Denizli’nin horozları pek mülayim yaratıklarmış gibi.

Ama bu sayede sıradan Türk vatandaşı Türkan değil de, ortaya yanar döner bir “Al’a Turka” oluyorum küresel cemiyet hayatı içinde.

Al’a Turka dedim de, geçen gün bir kebapçı vitrininde gördüm “Al’a Kebap” tabelasını, üstelik altına da “Alo Kebap” yazıp, eve sipariş için telefon numarası eklemişler. Ne diyeyim, hürmetle şapka çıkardım yurdum insanının yaratıcılığına.

İşin özü, Malezyayı bilmem ama Melezyalı olmak iyi bir şeydir bizim ülkemizde.

Dahası adres tarif etmek bile zordur Ankara’da.

Misal Sevgili Beyim, iş hayatı boyunca doğu batı arasında gidip gelmiştir. Kızılırmak Sokak’tan, Paris caddesine, oradan da Tahran caddesine taşıdı ofisini.

Ben nispeten daha istikrarlıyım ona göre. Atatürk Bulvarı, Şehit Ersan caddesi ve Gazi Mustafa Kemal mahallesinde çalıştım; Ordular Sokak’ta oturdum öncesinde.

Gerçi Anıtkabir’in karşısındaki “Ordular, İlk, Hedef, Akdeniz” olan sokaklardan Akdeniz’i bir ara Abdullah Gabdulla Tukay Caddesi olarak değiştirme tartışmaları da yaşanmıştı Ankara’da. Ama neyse ki 2001 yılında Emek eski 9. Cadde’ye verilmişti zaten o isim.

Bu arada Emek ve Bahçeli Bölgesi Taşkent, Bişket, Aşkabat, Kazakistan, Üsküp caddeleriyle dünya haritası görünümündedir hali hazırda. Öyle ki Yabancı bir turiste şehir haritası verseniz Anıtkabir’i Ankara’da değil de Rusya’nın hemen altında zannedebilir kolaylıkla.

Neyse ne diyordum? Evet ben daha istikrarlıyım “sokaklarım” konusunda beyime göre. Ama o sokak değil, ülke değiştiriyor sanki.

Şimdilerde bizim Beyin ofisine varmak için Filistin caddesinden sola dönüp, Arjantin caddesinden aşağı doğru gider, oradan da Tahran caddesine yol alırsınız.

Benim gibi yönünü sık sık şaşıran biri iseniz, bir anda Şili Meydanı’nda bulursunuz kendinizi ve geri dönmek için Farabi’den, Cinnah Caddesine çıkar, Ziya-ül Rahman’dan tekrar aşağı inersiniz.

Uzun lafın özü; bizler sokaklar üzerinden “demokratik” tartışmaları sürdürürken; unuttuğumuz dilimiz, kültürümüz, birliğimiz hep çıkmaz sokaklarda duvara toslar.

Ve aramızda akıp giden çılgın trafik yüzünden yolun iki yakasında “bizler ve ötekiler” diye umutsuz bekleşip dururuz, bir “yeşil ışık” hayaliyle.

Hani demiş ya o çok kızdığımız Sezen bir şarkısında:

Bu kimin oyunu
İlk kim bozdu sonsuz uyumu?

Kıvır kıvır kıvır
Ziller elinde
Kıvır kıvır kıvır
Yangın yerinde
Kıvır kıvır kıvır
Öz paramparça
Kıvır kıvır kıvır
Öz esir teninde

Dön dansöz dünya
Devam et ateş dansına
Yan gamsız dünya
Sığmadın aklıma

Vursun davullar
İnlesin dünya
Yalnızlığını dinlesin dünya.

15 Eylül 2010