Etiketler

Gerçekten sıkıldım, okumaktan da izlemekten de…

Vekillerimizin yanında değil asıl, figüran bile olamamaktan.

Yalanlardan, sahte gözyaşlarından…

Ağlarken gülenlerden, kötü olup da yine de hep kazananlardan…

Sahiden sıkıldım ya, üstelik düşündükçe daha da sıkılıyorum çocuğuma bırakacağım dünyadan…

Galiba ben fena halde çocukluğumu özledim…

İnsanın ırkını, dilini, dinini önemsemediğimiz, hatta aklımıza dahi getirmediğimiz hesapsız, saf günlerimizi…

Gazozuna maç yaptığımız, kaybedenle gazozumuzu paylaştığımız karşılıksız dostlukları, iyi niyetimizi…

Eski, neşeli Türk filmlerimizi…

Mesela Adile Naşit’i özledim ben…

Göbeğini hoplata hoplata gülmesini, gülerken bir yandan gözyaşlarına boğulmasını… “Hadi kuzucuklarım” diye bizi uykuya göndermesini…

Ve Hulusi Kentmen’i… Pos bıyıklarını burarak kulaklarımızı çekmesini, her koşulda bize doğruyu göstermesini…

Çocukları için, ailesi için herkese diklenen, boyun eğmeyen, “bak beyim sana bir çift lafım var” diye kafa tutan gariban baba Münir Özkul’u…

Kötülüğün dahi üzerinde öylesine sakil durduğu Ali Şen’i…

Bediaaaaa diye bağıran, yıllarca “efferim oğlum, sağa da pravo” cümlesini dilimize yerleştiren Vahi Öz’ü…

Kötülerin kötüsü Erol Taş’ın bile iyilik karşısında hep pes etmesini…

Sayesinde yıllarca açık gazoz içemediğimiz, “bu kadar basit bir yöntemle” başımıza gelecek felaketlerden kaçabileceğimizi sandığımız Nuri Alço’yu…

Suzan Avcı’nın fettanlığını, Aliye Rona’nın entrikalarını, hükümet gibi kadın dedikleri Neriman Köksal’ın otoritesini…

Sevdiği kendisini görsün diye bir anda değişen güzelleşen Türkan Şoray’ı, Filiz Akın’ı, Hülya Koçyiğit’i… Değişse de bir türlü çıtkırıldım olamayan Fato’yu..

Kadınının peşinden ölesiye koşan Ediz Hun’u, Kartal Tibet’i…

Yüreği de bileği de kuvvetli Cüneyt Arkın’ı, zengin beyefendi Ekrem Bora’yı…

İnce bıyıklı, parlak gözlü Ayhan Işık ve can dostu Sadri Alışık’ı; küçük hanımefendi Belgin Doruk’u…

Serseri çapkın Tarık Akan’ı… Ona en çok çektiren Gülşen Bubikoğlu’nu…

“Eşşoğlueşşek”i dünyada daha iyi kimsenin söylemeyeceği, belki de en bizden olan Kemal Sunal’ı…

Sadık dostlar, emektarlar Cevat Kurtuluş’u, Erdal Tosun’u, Sami Hazinses’i…

Yaramaz, büyümüş de küçülmüş Ömercik’i, Ayşecik’i, Sezercik’i…

Şaşkınlıklarıyla, bizi her zaman güldüren, köyden gelip de kente bir türlü uyum sağlayamayan Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe’yi…

En komik, en züğürt ağa Şener Şen’i…

Ve adını sayamadığım, daha bir sürü oyuncuları, filmleri…

Çünkü ben çocukluğumun sonu iyi biten filmlerini özledim…

Gözyaşlarına kahkahaların eşlik ettiği evleri…

İyinin hep kazandığı, paranın değil mertliğin, sevdanın prim yaptığı…

Haksızlığın er ya da geç ortaya çıktığı…

Kötünün kötü, iyinin de iyi olduğunu başından beri bildiğimiz hikayeleri…

Kadının hele de anaysa kutsal, erkeğin mert bir delikanlı, çocuğun bilmişlikte bile terbiyeli olduğu…

Sıcacık bir sarılmayla, “yanak yanağa” öpüşmeyle tüm hataların unutulduğu…

Hesapsız, çıkarsız dostlukları, gözü kör eden sevdaları, tüm oyunlara zorluklara rağmen dimdik duran ahlakı, aile bağını, yılmayan yaşama azmini…

Belki de ben aslında çocukluğumu özledim…

Masallara, sonu iyi biten filmlere inandığım…

En saf halimle mutluluğu avuçlarımda tuttuğumun farkında bile olmadığım…

Ama bugünlerde, hele de karşılıklı “oynanan rolleri, klişe replikleri” gördükçe, çocukluğumun filmlerini, karakterlerini, mesajlarını ne çok özlediğimi düşünüyorum…

Gittikçe kirlenen “yetişkin” dünyalarımızda…

Türkan Şanverdi Avcı
24 Ağustos 2012