İçimiz yanıyor…
Mutsuz, öfkeli, tepkiliyiz…
İsyan ediyoruz, intikamın bin bir türlü hayallerini kuruyoruz…
Ama ne yazık ki bütün bu tepkilerimizi hep “kurbanlar” üzerinden yapıyoruz.
Yine her yerde boy boy fotoğrafları o güzel genç kadının, tüm paylaşımlarımızın ekinde masum parlak gözleriyle bize bakışı.
Oysa asıl dağıtmamız gereken, hatta belki de şehirdeki her köşe başına her ağaca asmamız gereken o “canilerin” fotoğrafları.
Asıl unutturmamamız, hafızamıza kazımamız gereken onlar…
Öyle ki çıkmak istemesinler girdikleri zindandan.
Çünkü gün gelecek çıkacaklar içeriden, hatta belki de tahmin ettiğimizden çabuk; görmediğimiz bir şey değil.
Belki başka bir şehre gidip yeni bir hayat kuracaklar kendilerine ve kimse de bilmeyecek karanlık geçmişlerini.
Biz bundan yıllar sonra da Özgecan ismini unutmayacağız…
Oysa ona bu vicdansızlığı yapma cesaretini bulan insan müsveddelerinin isimleri neydi, yüzleri nasıldı bir çırpıda bilemeyeceğiz.
Tıpkı önceki tüm masumlar gibi…
Artık yeter, bu vicdansızları da unutmayalım masumlar kadar.
Kafamıza kazıyalım isimlerini, cisimlerini…
Öyle bir noktaya getirelim ki insan içine çıkamasınlar, başlarını kaldıramasınlar yerden, çocuğundan yaşlısına herkes tanısın bir görüşte ve yüzüne tükürsün.
Çünkü biz mücadelemizi hep masum kurbanların üzerine kuruyoruz.
Onları unutturmama çabasındayız, bütün iyi niyetimizle.
Ama aslında savaşımız bu aşağılık canilerle, unutmamamız unutturmamamız gereken onlar.
Acısını tahmin etmeye aklımın yetmeyeceği ailesinin karşısına beş yıl, on yıl sonra güzel kızlarının fotoğrafını koymak değil mesele…
Mesele o aşağılıkları gözümüze sokmak var oldukları sürece.
Dışarıda da olsa yaşatmak onlara dört duvarı.
Yüreklerine oturmak azap olarak…
Haykırmak yüzlerine “defol git vicdansız” diye…
Huzur vermemek tek bir nefeste dahi…
En dipsiz kuyularda merdivensiz bırakmak, sığınacak tek bir liman, tutunacak tek bir dal bırakmamak…
Ancak o zaman kazanacağız…
Ancak o zaman bu korkak, kalpsiz, vicdansızları kovacağız kendi Cehennemlerine…
Karanlık, kuytu köşelerine ancak o zaman doğrultacağız ışığımızı.
Ve ancak o zaman koruyabileceğiz evlatlarımızı.
Yoksa bizler Özgecan ve tüm masumlar için kahrolurken, kötülük bir köşe başında bizi ve çocuklarımızı beklemeye devam ediyor olacak…
Bakış açınızı beğendim. Yüreğinize sağlık.
Daha önce yazdığım bir yazıdan bir bölümü okumanızı isterim. Sanırım sizin söylediklerinizin uygulamasının nasıl yapıldığını göreceksiniz:
“…Bir de ne göreyim; Makine ve pasaportum ile cüzdanımın içinde olduğu çantam bıraktığım yerde duruyor. İlk iş olarak -artık iyice samimi olduğumuz- İl Çu’nun yakasına yapıştığımı hatırlıyorum: “sizin memleketinizde hırsız mı yok arkadaş?!…”
“…Bana söylediğini unutmam mümkün değil: “Bizim buralarda bir hırsızın hapse girmesinden daha kötü olan şey, onun yakınları, çevresi ve tüm toplum tarafından yok sayılmasıdır” dedi. Toplum hırsızı terk ediyordu, yok sayıyordu; onursuz biri olarak görülüyor, ne ailesi, ne arkadaşları yüzüne bakıyorlardı. Böylece yalnızlaşan suçlu için yaşam iyice zorlaşıyor, kendisini en büyük cezaya çarptırılmış gibi hissediyordu…”
http://fikirsistemi.blogspot.com.tr/2014/05/kore-gzisi.html
Saygılarımla,
Levent Balta
Ne kadar doğru bir yaklaşım, cezalandırma yöntemi, işte tam da bunu anlatmamız uygulamamız gerek. İki karısını öldürmüş bir adamın dahi televizyona çıkıp kendine yeni bir eş aradığı ülke olduğumuz sürece bu acı olayların da hırsızlığın da suçların da sonu gelmez… Yorumunuz için teşekkür ederim, saygılarımla…