Neden daha sık yazamıyorum son zamanlarda diye kendime kızıyorum bazen.

Neden kelimelere dökmekte zorlanıyorum duygularımı?

Neden anlatamıyorum endişelerimi, öfkemi, umutsuzluğumu ya da hayallerimi?

Yorgunum galiba…

Gördüklerim; birebir yaşasam da yaşamasam da şahit olduklarım yoruyor ruhumu, benliğimi, yüreğimi…

Ben ve bu satırları okuyanlar, artık siz de bilin ya da belki biliyorsunuz ki hepimiz aslında bir akvaryumun, fanusun içindeyiz.

Sanıyoruz ki sadece bizim önceliklerimiz, hayata dair beklenti ve ihtiyaçlarımız asıl mesele.

Siyaset, etnik köken, inanç, spor fark etmeden her konuda geyik de yaparız; gerekirse en ateşli taraf da oluruz.

Ama bu ülkede, bu dünyada hayat öyle dönmüyor maalesef.

Bugün gerçek bir olay dinledim…

Kendiniz, çocuklarınız için değil gerçek; hikaye olarak bile dile getiremeyeceğiniz türden.

Ne şehri söyleyeceğim, ne insanları.

Ama bu ülkede, bu topraklarda yaşanan ve bizim görmediğimiz, görmek istemediğimiz bir yaşanmışlık…

Bu toprakların bir şehrinde aile içi cinayet yaşanıyor.

Gazetelerde hep görüp sonra da sayfayı çevirdiğimiz haberlerden biri daha belki de…

Oysa nedeni cinayetten daha korkunç…

Kadının kocası başka bir şehre çalışmaya gidiyor ve o kadının “gözü dışarda kalmasın” diye ailenin erkekleri, amcalar kayınpederler, sırayla kadınla birlikte oluyor.

Cinayet sebebi bu, yani ahlak yani namus sanıyorsanız, yanılıyorsunuz…

Sebep içlerinden birinin “sırayı” bozması!!!

Vicdansızlık, ahlaksızlık, ikiyüzlülük sırasını bozmak cinayet nedeniyken; aksine sırada durmak ne zor değil mi?

Kadınları, hele de çocukları savunmak korumak durumunda kalmak ve daha kötüsü bunu yapamamak…

Şiddet, taciz, tecavüz, ensest, pedofili, ayrımcılık bedenen veya fikren hayatın her noktasındayken mücadele etmek…

Karşı çıkmak; inadına doğruyu savunmak…

İşte bizim tam olarak ihtiyaç duyduğumuz bu…

Öyle kötülük, öyle karanlık, öyle vicdansızlıkla çevriliyiz ki karanlıkta yol gösteren ateş böceklerine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Karanlığa inat dimdik durmaya…

Işıl ışıl bir salonun lambalarından biri olmak kolay; kendini yok etmek pahasına karanlığı aydınlatan mum olmak mesele…

Pes etmeden, yok saymadan, ötekileştirmeden yapabilir miyiz bunu?

Tek bir denizyıldızını dahi sonsuz sulara gönderebilir miyiz tekrar?

İnsanlığa, vicdana, umuda ve sevgiye dair kaybettiğimiz tüm o duyguları yeşertebilir miyiz?

En dipte miyiz ve bir çıkış yolu bulabilecek miyiz?

Yoksa bu dibin daha da dibi var mı?

Türkan Şanverdi Avcı

7 Şubat 2017 (bu yüzyılda böyle bir yazı yazmanın utancıyla)