Yeşilçam sinemasını oldum olası çok severim.

Aynı filmleri aynı keyifle, hiç sıkılmadan izleyebilirim.

Hatta bu nedenle Sevgili Beyim “bir de oğlana laf ediyorsun aynı çizgi filmleri izliyor diye, senden geliyor bu takıntı” diyerek dalga geçer benimle.

Dün bu güzel dünyanın bir büyük çınarını daha, Tanju Gürsu’yu yitirmişken ve yine masumlara kahrolmuşken bir kez daha düşündüm niye sevdiğimi bu filmleri.

Sanırım saf ve güzel bir Türkiye özlemimi gideriyorum onlarla.

İçinde aile, sevgi, şeref, dostluk, aşk, saygı, sadakat, dayanışma, kardeşlik ve hoş görü olan bir Türkiye.

İnsanların yalnızca iyiler ve kötüler diye ayrıldığı; kötülerin sonunda başarısızlığa uğradığı, haksızlığa uğrayanların er geç kazandığı bir dönem.

Paranın satın alamayacağı aşklar, aileler…

Güce ve baskıya boyun eğmeyen Yaşar Usta…

Minicik boyuyla, kendi çapında entrikalarıyla en çok da gülünce küçücük kalan gözleriyle ailesini sarmalayan Adile Naşit.

Çapkın romantik jönler…

Yer gelince kırılgan yeri gelince Fosforlu Cevriye olan kadınlar…

Gençlere hep destek olan, evini ve kalbini açan Ermeni teyzeler, amcalar…

Pos bıyıklarını burarak kulaklarımızı çeken, polis de olsa fabrikatör de her koşulda babacan Hulusi Kentmen…

Kötülüğün dahi üzerinde öylesine sakil durduğu Ali Şen…

Vahi Öz’ün Bediaaaaa diye bağırması…

İyilerin kabusu Erol Taş, Suzan Avcı, Aliye Rona, Nuri Alço…

“Eşşoğlueşşek”i dünyada daha iyi kimsenin söylemeyeceği, belki de en bizden olan Kemal Sunal…

Kente bir türlü uyum sağlayamayan şaşkın Zeki ile Metin…

En komik, en züğürt ağa Şener Şen; en güdük Halit Akçatepe, zengin beyefendi Ekrem Bora; Hükümet gibi kadın Neriman Köksal…

Sadık dostlar, emektarlar Cevat Kurtuluş, Erdal Tosun, Sami Hazinses…

Yaramaz, büyümüş de küçülmüş Ömercik, Ayşecik, Sezercik…

Gözyaşlarına kahkahaların eşlik ettiği evler; Neşeli Günler, Gülen Gözler

Sıcacık bir sarılmayla, “yanak yanağa” öpüşmeyle unutulan hatalar…

Sonu iyi biten bütün bu filmlerin dekoru olarak da muhteşem bir İstanbul silueti, el değmemiş Ege Akdeniz kasabaları…

İşte bütün bunları izleyip özlem gideriyorum…

Unutmaya çalışıyorum başta İstanbul olmak üzere, dört bir yanımızı kaplayan korkunç gökdelenleri, yeşili yok eden talanı…

Kötülüğün bir sınırı olmamasını…

Gücün, paranın hayatın tek gerçeği olduğunu…

Artık yalnızca iyi ve kötü diye değil; ırkımıza, dinimize, dilimize hatta cinsiyetimize göre bin parçaya bölündüğümüzü…

Haksızlığın yapanın yanına kar kaldığını…

Aşkımızdan, veremden değil de bir gün bir yerlere gizlenmiş kalleş bir bombayla ölebileceğimizi…

Sevginin yerini alan öfkeyi; kucaklaşmanın yerini alan hoşgörüsüzlüğü; insanlığın yerini alan vicdansızlığı, çocukluğumuzun yerini alan korkuyu…

Unutmaya çalışıyorum bu güzel insanlara, filmlere sığınarak…

Unutmaya çalışıyorum…