Cüneyt Ülsever sormuş bugün “En son kimi, neyi özlediniz” diye…

Okuduğumdan beri kafamın içinde dolanıp duruyor bu soru…

Ama tersine, “ya ben en son ne zaman özlemedim acaba?” diyorum.

Her dakika, her an birşeyler burnumu ince ince sızlatabiliyor çünkü.

Ailesinden uzakta yaşayan biri olarak babama şımarmayı özlüyorum örneğin, buz gibi Ankara günlerinde anamın mis gibi mercimek çorbasını…

“Hadi kal artık, sabah oldu, okula geç kalıyorsun” diyen annemin sesini, buna karşılık mırıldanarak yorgana biraz daha sarılmayı…

Her akşam anahtarımla açtığım boş evime geldiğimde, bir kez olsun zili çalıp “pardon, yine anahtarı unutmuşum” demeyi…

Babaannemin çıtır çıtır yanan sobasının üzerinde yufka ekmek ısıtmayı ve yanık kokulu köy yoğurdunu ona katık etmeyi…

Ölümü beni derinden sarsan dedemin, bizi en çok da beni gördüğü an ışıl ışıl parıldayan çipil gözlerini…

Son üç yılını yatakta geçirmesine dayanamadığım için, ölmesine yürekten dua ettiğim diğer dedemin sert, otoriter sesiyle tezat yumuşak yüreğini…

Bana kırgın ölen anneannemle birlikte dondurma kaçamaklarımızı… Dedemin “yeter yediğiniz” diye bize kızmasını…

Şimdi evlenip kendi evine yerleşen ağabeyimle Ankara’da beraber oturmaya başladığımız dakikadan beri sürdürdüğümüz karı koca kavgalarını ve her seferinde hiç uzatmadan sarılıp barışmayı…

Üçüncü dedem gibi gördüğüm, bugün Alzheimer hastalığının son evresini yaşayan,  bu nedenle de tıpkı küçük bir çocuk gibi bakıma muhtaç durumdaki eniştemle kadeh tokuşturmayı… Keyifli sofralarımıza şarkılarıyla eşlik eden muhteşem sesini, doyumsuz anılarını tekrar dinlemeyi…

Çocukluğumun, kalabalık bayram sofralarını… Akrabaların, kuzenlerin, hatta tesadüfen gelen postacı ve kapıcının, herkesin aynı sofrayı aşı paylaşmasını, sonrasında söylenerek pişirdiğim üstelik ne yaparsam yapayım bir türlü köpüklü olmayan Türk kahvelerini…

Çok uzaklara yaşamaya giden dostumla bitmek bilmez gecelerimizde şarap içmeyi ve aynı gece içinde bir ağlayıp bir gülmeyi…

Aynı şehirde yaşadığım ama koşturmadan görüşemediğim bir diğer dostumla  saat ne olursa olsun yaptığımız uzun telefon görüşmelerini.  Ve her seferinde kendimi yenilenmiş, arınmış, güçlenmiş hissetmeyi…

Çok sıkıcı bir toplantının ortasında yatağımın ve battaniyemin sıcaklığını…

Şehir dışındayken evimi ve köpeğimi… Yurtdışındayken simit, peynir ve çayla yapılan sabah kahvaltılarını…

Yarimin, diğer yarımın varlığını… Teninin kokusunu… Sohbetini… Yüreğini…

Dostluk mezeleriyle zenginleşen rakı sofrasını…

İçten gülümsemeleri, sıcak kahkahaları, korunmasız ağlamaları, hiç hesapsız yaslamayı sırtımı…

Olduğum gibi olmayı… Sevindiğimde kocaman sarılmayı, kızdığımda okkalı bir tokat vurmayı…

Sevmeyi ve sevilmeyi bilen, güvenmeyi ve güvenilmeyi hakeden insanların olduğu bir dünyada yaşamayı…

Daha bir sürü özlemimi sayabilirim yaşadığım hayata dair…

Benim bütün ömrüm özlemekle geçiyor kısacası…

Bu kadar özleyecek şeyim olduğu için de ne kadar şanslıyım aslında, biliyorum…

Ve soruyu da biraz değiştireyim istiyorum…

Sahi siz, en son neyi özlemediniz?