Hani bazı yerler vardır, hiç gitmemişsinizdir ama bir gün gideceğinizi bilirsiniz…
Çünkü bir şeyler çağırır ruhunuzu, bedeniniz er ya da geç dinleyecektir onu…
Bir toplantı için gittiğim Mardin’in ruhumu böylesine sarması, kurulduğu tepeden gizemli ve alımlı bir şekilde göz süzerek “biliyorum yine geleceksin, peşime düşeceksin” diyen davetinin aşkıyla tekrar yollara düşmem ondandır.
Ey şehr-i Mardin…
Yüreği kavgaya zincirli, gergin şehirlerin omuzlarıma yüklediği sancılara inat, başımı yaslayıp derin bir nefes aldığım Mardin…
Cami ve kiliselerin, medrese ve manastırların, çeşme ve kervansarayların, tekke ve zaviyelerin, hüzün ve neşenin, dillerin ve dinlerin tarihi Mardin…
Taşın beyazını, safranın sarısını giyinmiş, ışığını gerdanlık yapmış güzel Mardin…İçinden bin türlü ışık geçen, ışığıyla yüreğimi aydınlatan Mardin…
Neden sevdim seni böyle?
Kimbilir, belki hiç bitmeyecekmiş gibi görünen ovanın derinliğinde kaybolmayı umdum, belki de daracık taş sokaklarından her an bir masalın çıkacağını…
Ne ovanın üzerinde batan güne doyabildim, ne de gecenin aydınlığına…
Çocuklarının güzel gözlerinden alamadım gözlerimi, kadınlarının endamı büyüledi, erkeklerinin yiğitliği güven verdi… Sokakların sahibi kadrolu kadrosuz eşeklerin her gün bir başka gülümsetti…
Birbirinin yüzüne bile bakmayan insanların aksine içten bir gülümsemeyle “başım gözüm üstüne” diyen, derdini dert edinen, dost insanların şaşkın etti beni… Umudum oldun dostluğa, cesarete, güvene dair…
Hoşgörüsüzlüğü, nefreti avlusundan sokmayan, tarih boyunca kavimlerin karışıp kaynaştığı, farklı dillerin ve dinlerin seslerinin yankılandığı Güneydoğu’nun inatçı kardeleni Mardin…
Elimde değil…
Sevdalandım ben sana…