Geçenlerde Avrupa’da doğmuş büyümüş bir arkadaşımla sohbet ediyordum.

Bana “Türkiye’deki bu facebook çılgınlığını anlayamıyorum, her anlarını her düşüncelerini yazıyorlar. Bizim orada böyle değil” dedi.

Ben de ona “peki sizin orada Kıraathane ya da altın günü toplantıları var mı ki?” diye sordum.

“Ayrıca siz özel bilgileriniz açığa çıkacak diye her zaman tedirginlik yaşıyorsunuz, bizse zaten evlerimizde bile dinlenmeye, izlenmeye alıştık çoktan. Açığa çıkmak değil, önemsenmemek korkutur bizi” dedim.

Belki de aslında biz hiçbir şeyi içinde tutamayan; sevincini de kızgınlığını da ele güne ilan etmeden duramayan bir milletiz.

Ve belki de bu yüzden teflon tava gibiyiz hepimiz. Anlatınca rahatlıyoruz ve bu sayede iyi kötü hiçbir şey üzerimize yapışıp kalmıyor.

Çocukluğumda erkekler kahveye giderdi, kadınlar evde gün yapardı. Nefret ettiğimiz kadın kalabalığının en güzel yanı o gün evde pişmiş keklerin, böreklerin okul dönüşü bizi karşılamasıydı.

Akşamları “müsaitlerse” ev oturmasına gidilirdi ailecek.

Artık şehir hayatında kimsenin bu tür sosyalleşmeler için vakti de parası da yok diye üzülüyorduk ki imdadımıza facebook yetişti.

Benim 76 yaşındaki teyzem de, 61 yaşındaki anamla babam da, 13 yaşındaki yeğenim de facebook üzerinden iletişim kuruyor dostlarıyla, akrabalarıyla.

Düğünler, doğumlar, ölümler, mezuniyetler, doğum günleri mesajları internet üzerinden dolaşıp duruyor.

Kimin ilişkisi var, kim ayrılmış, kim tatilde biliyoruz kolaylıkla.

“Teyzesi bizim oğlan da bir maharetli sorma, göster bak teyzene” demekle vakit kaybetmek yerine, iki fotoğraf bir video ekliyoruz. Teyzeler, amcalar anında sanal nazar boncuklarını gönderiveriyor bize.

Çilingir sofraları kurup eşimize dostumuzla rakı da tokuşturuyoruz, hep birlikte halay da çekiyoruz, satıp da taşraya kaçacak bir Ferrari’miz olmadığı için hayali bostanlarımızda börtü böcek yetiştiriyoruz.

Hepimiz filozof, entelektüel olduk. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Can Yücel’in, Nazım Hikmet’in şaheserlerini paylaşıyor, hep beraber “beğeniyoruz”.

Sandık başına bile gitmeden referandum da yapıyoruz, gazete bile açmadan gündemden de haberdar oluyoruz.

Biz gençken dilimize yerleşmiş olan “grup kurup Eurovizyon’ya katılalım” diye bir tabir vardı; şimdi ise birkaç dakikada istediğimiz grubu kuruyoruz. Hatta geçenlerde “facebook gruplarından bıkanlar” diye bir grup daveti bile aldım.

Profilimizde evli, nişanlı, ilişkisi var yazıyorsa “aile çay bahçesi burası kardeşim, ilişki peşinde değiliz, çekirdek çitleyip muhabbet edelim” demek istiyoruz.

“İlişkisi yok” yazıyorsa daha temkinliyiz, ya da belki alıcı gözle bakıyoruz.

Bazıları da facebook’ta MBA yapıyorlarmış, onlar Married But Available olanlar, yani “evliyim ama tekliflere açığım” mesajı verenlermiş. Hani eskiden “gözü dışarıda” diye nitelendirdiğimiz ve dedikodularımızın baş aktörü olanlar gibi.

İlkokul, lise arkadaşlarımızı buluyoruz. Gerçi geçen yıllarının etkisini göremiyoruz, çünkü herkes bu vitrine en güzel fotoğraflarını koyuyor.

Facebook’un yaratıcısı ne düşündü bilemem, ama biz Türkler için daha iyi bir icat olamazdı bana göre.

Özlediğimiz kıraathanelere, gün toplantılarına kavuştuk sonunda.

Üstelik evimizde, işyerimizde, dağda bayırda nerede olursak olalım istediğimiz kadar konuşup, paylaşıyoruz.

Bilgisayar ve internet birçok ülkede insanları içine dönük, yalnız hale getirirken, biz tek göz odalarımızda sosyalleşiyoruz.

Bu arada müsaitseniz ben de birazdan gelip bu yazıyı facebook’taki profilimde paylaşacağım.

16 Ağustos 2010